7 Temmuz 2012 Cumartesi

Harvey ilk sunum

http://www.mtkocak.net/?p=437



David Harvey Ne Anlattı?

DAVID HARVEY NE ANLATTI?
David Harvey'i Kapital'i okumaya başlamadan evvel internetteki video derslerinden tanıyordum. Videoların tamamını izleyemedim ama Kapital'i bitirdim çok şükür.
9 Haziran 2012 Cumartesi günü Saat 3'teki konferansa gittiğimde salon dolmuş, ikinci salondaki projeksiyon salonunda yer kalmamış ve bize de ancak kapıdaki TV'den izlemek düşmüştü. İyi ki de izlemişim. Hayatımda bildiği konuyu bu kadar berrak anlatan bir hoca daha görmedim. Harvey'in en çarpıcı tarafı, "Şu şöyle olması gerektiği için böyledir ya da şu kuram böyle dediği için şöyle olacak" değil, gerçek, elle tutulur olgulardan yola çıkarak, ulaştığı sonuçları kristal berraklığında anlatması. Kafası bizim hocalar gibi karmaşık değil, ingilizcesi apaçık ve söylediği her şey insanın aklında hemen canlanıyor. Bence bizdeki hocalar insanlara kapris yapacaklarına, bu adamın mütevaziliğinden ve berrak anlatımından biraz örnek alsınlar.
Şimdi gelelim anlattıklarına; Harvey öncelikle altyapı kurumlarının, üstyapı kurumlarını belirlemesi (Yani toplumların gerçek yaşamı ve hayatlarını devam ettirme yolları, onların kültür dünyalarının en büyük belirleyicisidir ) ilkesini sanırım en iyi anlamış insan. Bu yüzden genel olarak şehirlerden, şehirde yaşayan insanlardan, kapitalist krizlerin şehir insanları için yarattığı etkilerden, kapitalizmin krizle nasıl mücadele ettiğinden ve son krizin artık ortadan kaldırılamayacağından bahsediyor.
Harvey, bugüne kadar kapitalizmin ilerleme, büyüme ve krizleri aşmadaki en büyük metodunun, tüm toplumu ev sahibi yapmaya çalışmak olduğunu söyleyerek işe başlıyor.
Güçlü bir finansal yapıya sahip olmak için güvenilir bir piyasaya sahip olmanız gerekir. Bu yüzden 1929 Dünya ekonomik bunalımı ile mücadele etmenin ana yolu olarak, piyasayı regüle edecek reformların yanı sıra, piyasayı canlandırmanın ana yolu olarak ev sahibi insanların sayısının artırılması hedeflenmiştir. Küresel sermayeyi buna zorlayan ana sebepler Komünist Partinin yükselişidir. Komünist Parti o zamanlar da küresel şirket sermayesi için tehdit olarak görülmekteydi.
Ancak ironik bir şekilde 2. Dünya savaşının başlamasıyla beraber, Amerika Birleşik Devletleri hükümeti büyük sermaye sahibi şirketlerin yöneticilerini çağırarak, onlardan savaşı destekleyecek uçak, tank ve gemi gibi araçlar üretmelerini emretmiştir. Dünyadaki en başarılı planlı ekonomi uygulaması da 1935 – 1945 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulanan bu sistemdir. Bunun sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde üretim kapasitesi artmış ve sermaye daha da güçlenmiştir.
Ev sahibi olmak toplumda istikrarı artırmaktadır. Ev sahibi olan insanlar sistemin içine dahil olurlar. Greve gitmezler, vs. 1940'larda %40 olan ev sahipliği oranı, 1960'larda 1930'lardaki krizden çıkış stratejisi sayesinde, 1960'larda %60'a ve 2007'de de de %70'e çıkmıştır.
Şehirlerde ev sahipliğinin artması ile birlikte önceden şehin dışı kabul edilen çevre bölgeler insanların kullanımına açıldı. (Suburbs) Şehir çevresinde kurulan bu evler sadece evlerin üretilmesiyle değil doğurdukları taleplerle de ekonominin gelişmesine katkı sağladılar. Amaç evlerin buzdolabı, mobilya otomobil gibi taleplerle doldurulmasıydı. Hatta Harvey'e en ilginç gelen uzayan çimlerini hep birlikte kolektif şekilde değil, ayrı ayrı çim biçme makineleriyle gürültülü bir şekilde biçmeleriymiş.
Bu strateji uzun bir süre boyunca Amerika Birleşik Devletleri ekonomisine istikrar sağlamıştı. Ta ki 2008 yılına kadar…
David Harvey burada geniş bir paragraf açıyor. Bu ev sahipliği yatırımının sağladığı ekonomik gelişmeden yararlanamayan kesimin azınlıklar ve ezilen diğer sınıflardan oluştuğunu belirtiyor. 1960'lı yıllara gelindiğinde şehirlerdeki bu değişimin toplumsal devrimleri tetiklediğini belirtiyor. Bu toplumsal değişim şehir eylemlerini de ortaya çıkarıyor. Şehir çevresinde yaşayan gençliğin o zamanki en önemli sorunu, hayatın anlaşılır derecede sıkıcı olmasıdır. (Üstelik işsizlik, eğitimin maliyeti ve seçeneksizlik de var. M. T. K.)
Gidebilecek, gezilecek yerler uzak ve her yar birbirine benzemektedir. Tüm eğlence evler gibi şehir dışında olan alışveriş merkezleridir. (Bence bu analize Fransa'da azınlık mensubu bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan Banliyö (Suburbs – Şehirdışı çevresi) olaylarını da katabiliriz. M. T. K.)
David Harvey'e göre bu sıkıcı hayattan bunalan gençler Avrupa'ya gittiklerinde oradaki gelişmiş sosyal şehir yaşantısını, parkları, kafeleri gördüklerinde, başka bir yaşam tarzının  da mümkün olabileceğini gördüler ve bu de 1968'in öğrenci olaylarının yayılmasıyla (Örneğin Çiçek Çocuklar ya da sistem ve vietnam savaşı karşıtlığı M, T. K.) yakından ilişkilidir.
İnsanların sahip olmadığı özgürlük, sahip olmadıkları seçenek ve çeşitlilik yoksunluğundan kaynaklanmaktadır.
Şehirlerin geri alınması: David Harvey bundan 15 yıl öncesine kadar New York şehrinde sokaklarda kafelerin, açık restoranların vs. olmadığını belirtiyor ve ekliyor, bol egzoz dumanı ve korna sesi, araç gürültüsü arasında yemek yemek mantıksız ötesidir. Ancak bugün bu kafeler, çok moda, niş, farklı, postmodern ve çok havalı. Kapitalist şehirler artık bölge bölge etnik ya da karakteristik özelliklerine göre ayrılıyor.
Neden?
"Kapitalizm 100 yıl dayanan eşyalardan nefret eder." diyor. Mesela David Harvey babaannesinin çatal bıçak takımını kullanmayı sevdiğini bunların sapasağlam olduğunu söylüyor. Böyle objelerin kapitalizmin insanların sürekli tüketime yöneltme hedefine aykırı olduğunu söylüyor. 10 yıl önceki bilgisayarımı kullanıyorum ve insanlar çok yavaş değil mi diye soruyorlar ve çok çok çok şaşırıyorlar diyor.
Şehir merkezleri artık sıradan insanlar için müze gibi, dekor gibi sadece kısa bir süre gezebilecekleri bir yer haline geldi. Burada bir paragraf açıyor. Cep telefonlarına değiniyor, satın alınır alınmaz telefonun teknolojisinin eskidiğini, telefonların nedense kaybedildiğinde bulunamadıklarını, kızının bir sene 15 tane telefon kaybettiğini söylüyor. Tabii ki aynı şey bilgisayarlar için de geçerli. Şehirlerde yaşanan hızlı yaşam tarzı, sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyor olmak, hızla artan ve sürekli değişen bir tüketim talebini de yanında getirmiştir. Moda, zevkler artık toplumun genelinin tüketimini artırmak için oluşturulmaktadır. Tek amaç yüksek seviyede sermaye birikimini sürdürmektir.
Tarihe baktığımızda bunun ilk uygulayıcısının Luis Bonaparte olduğunu görüyoruz. Toplumu kontrol altında tutmak ve insanları sistem içindeki objeler haline getirmek için o tam istihdamı hedeflemişti. Bunu sağlamak için de tüm Paris'i yeniden inşa etmeye başladı. Bunun tam bir değişim rüzgarı halinde olması için ordunun kıyafetlerini bile değiştirmişti. İşte size mallara olan talebi en iyi şekilde tahrik etmenin en başarılı yolu. Tüm toplumun tüketmesi.
Bugün Çin aynı stratejiyi başarıyla uyguluyor. Amerika Birleşik Devletleri de uygulamıştı. Burada bir çizgi çekmek gerekiyor.
Bir noktadan sonra insanların gelirleri bu yaşam tarzını karşılamaya yetmiyor. En yeni cep telefonu, en yeni bilgisayar ya da otomobil almaya insanların maaşları yetmiyor. Çünkü fiyatlar sürekli artarken, ücret oranları hap sabit kalıyor. Tam bu noktada kapitalist şirket sermayesinin bulduğu en verimli çözüm, herkese kredi kartı vermek. Yani herkesi olmayan bir gelirle borçlandırmak ve tüketmeye devam etmeye yönlendirmek. İnsanların borçları sürekli artıyor. İnsanların ev alabilmeleri için verilen borç miktarı üçe katlanmış.
Bir ev projesi yapılmak istendiği zaman, sermaye ya da finansman sahibi, inşaat şirketiyle, müteahhitle, taşeron şirketlerle anlaşıyor. Daha sonra hep beraber arsadan ve sermayeden ve üretilen son üründen gelen sermayeyi paylaşıyorlar. Bu da kapitalizme bir canlılık, yeni bir hayat öpücüğü sağlıyor. Ancak bu çevrim 1990'lardan itibaren sorunlu hale gelmeye başlıyor.
Toplumdaki bir çok kişide zaten ev var. Ev sahiplerinin özel bir sebep yoksa 20 yıl boyunca ev değiştirmelerine gerek yok. (Burada bir parantez açarsak; tam da bu olay emeklilik planlarının 20 yıl olmasıyla, ve bir yerin bir yıllık kira bedelinin tam değerinin 20'de biri olmasıyla da doğrudan alakalı. Tüm çalışma hayatın boyunca, toplumdaki durumuna göre tüm ihtiyaçların ancak bir ev alabiliyorsun. Sopanın ucunda sallanan havuç. M. T. K)
Clinton ve küresel kapitalist sermaye bu sorunla mücadele etmek için çok dahiyane bir stratejiyle ortaya çıkıyorlar. Kapitalist sistemin dışındaki, ev sahibi olmayan, azınlık mensubu, dar gelirli, çok yoksul toplulukları sistemin içine katmak, onları ev sahibi yaparak, yine kapitalizmi canlandırmak. Bu alt gelir veya azınlık grupları doğrudan hedeflendi. Ancak bu stratejinin en büyük handikabı, bu grupların genellikle güvencesiz, sendikasız, belki de sürekli olmayan işlerde çalıştıklarıydı. (Ayrıca 1930'lu yıllarda tekrar yeni bir ekonomik kriz yaşanmaması için konulan regülasyonlar kaldırıldı. 1990'lı yıllar, neoliberalist serbest piyasa tezlerinin tavan yaptığı yıllar oldu. gelişmiş ülkeler ve sermaye grupları genişlerken, zengin ve fakir arasındaki uçurum artarken, genel borç miktarı da yavaş yavaş kontrol edilebilir seviyeleri geçmeye başlamıştı. Aynı deregülasyonları uygulayan İzlanda ve bir çok Avrupa ülkesinin durumu içler acısı. Bu konuya "Inside Job" adlı belgeselde net bir şekilde değiniliyor. İzlenmesini tavsiye ederim. M. T. K.) 2003 yılında dahi bu sorunlar açığa çıkmaya başlamıştı.
Kimse hiçbir şey yapmadı.
Wall Street'teki insanlar böyle bir sorunun varlığından, olacaklardan haberdardılar. Ama hiçbir şeyi umursamadılar. Çünkü verdikleri her kredide, her projede ikramiyeler, primler, bonuslar, astronomik maaşlar ve yüksek getirili yasa dışı spekülasyon, rüşvet gibi getirilere sahiptiler. (Aslında bu durumu açıklamak kolay, çünkü sahip oldukları sermaye yine kendilerine ait olmayan özel emeklilik sistemleri gibi yerlerde fona dönüşen, insanların "20 yıllık" birikimleriydi. 2008 yılında bu birikimler buhar oldu gitti. M. T. K.)
Bugün 2008 yılında ortaya çıkan bu krizi küresel kapitalist sermayenin aşmasının yolu yok. Çünkü ev inşa edemezler. 2 milyon boş ev düşük fiyatla satılmayı bekler ve kimsenin alacak parası yokken bu mümkün değil. Yine 2 Milyon insanın da evi yok. İnsanların işgalden başka şansları yok (Bu konuda birazdan Arjantin krizi ile ilgili çok güzel bir örnek verdi. M. T. K.)
Bu krizin şehir yaşamına doğrudan etkileri oldu. Bu konuda bulunan Neoliberal çözüm, finans şirketlerini kurtarmak ve bunu vergilerini veren halka ödetmek oldu. Daha da kötüsü sağlık gibi, eğitim gibi sosyal hizmetler bütçesinde kesintilerle bu kriz en yoksul kesimin sırtına yüklendi.
Amerika Birleşik Devletlerinde Cumhuriyetçiler zenginlerin yatırım yaparak ekonomiyi canlandırdıklarını, finanse edilmeleri ve desteklenmeleri gerektiğini savunuyorlar.
Hayır.
Zenginler yatırım yapmazlar. Zenginler spekülasyon yaparlar. Paralarını geniş rant elde edeceklerine inandıkları varlıklara yatırırlar. (Van'a fotoğraf çekmeye gittiğimde oradaki ahaliyle konuşmuştum Nedir durum diye sorduğumda, konuştuğum dolmuş şoförü, abi ne olsun, yoksulluk var, işsizlik var, parası olan da fabrika mabrika yapmıyor ki, bina yapıyor demişti. Tam o sırada MedicalPark hastanesi tüm ihtişamıyla yolun kenarında yükseliyordu.. M. T. K.) Araziye yatırım yaparlar, geniş arazileri kontrol ederler. Bugün bu tip varlıklara sermayenin çok büyük talebi var. Tüm dünyada, Afrika'da, Latin Amerika'da araziler, madenler, fikri patentler, kaynaklar, rant yaratacak, çok kazandıracak, spekülasyon yaratacak varlıklara yatırım yapılıyor. (Sulukule'de, Tarlabaşı'nda, tüm Türkiye'de başlayan, yoksulu Toki eliyle şehir dışına atan, 3. köprü gibi rant projeleri daha da berraklaştı değil mi? Zaten David Harvey'de soru cevap bölümünde Türkiye'deki hükümet projelerinden bu paralelde bahsetti.)
Bilimsel olarak saptadığımız, gördüğümüz bir gerçek var. Tüm bu politikalar, toplumun genelinin refahını ve mutluluğunu artırmak yerine, sosyal eşitsizliğin artmasına hizmet ediyor. Örneğin Multimilyarder iş adamı Bloomberg'in belediye başkanı olduğu New York'ta toplumsal tabakanın en üstünde bulunan %1'lik kesim yılda 3.5 Milyon Dolarla yaşarken, toplumun %50'si senede 30.000 dolardan az bir parayla yaşamaya çalışıyor. Yani üstteki tabakanın üç günlük kazancını, alttakiler bir yılda kazanamıyor.
Toplumsal seviyede olan bu eşitsizlik gettolaşmaya yol açıyor. Zengin mahalleler, tenis kortları, özel güvenlik ve yüksek duvarlar demek iken, fakir mahalleler ise şehrin dışına atılmış, göllerden uzak, ulaşımsız, suç oranlarının yüksek olduğu, işsiz ve mutsuz, kaygılı insanlardan oluşuyor. (Sulukule'den Toki'nin kayabaşına yaptığı evlere atılan insanlar aklınıza geldi değil mi? M. T. K.) Londra aynı yoldan ilerliyor. (İstanbul da pek farklı değil. Özellikle Tarlabaşı 360 projesi bu konunun gerçekten özetlenmiş ve karikatürize edilmiş hali gibi. M. T. K.)
Bugün Manhattan'da gettolaşma yok. Her yerde projeler var. Milyarder belediye başkanı Bloomberg sürekli değişimden ve yenilikten, dönüşümden bahsediyor. (Luise Bonaparte örneğiyle aynı M. T. K.) Tüm New York yeniden inşa ediliyor. Şehirde yaşayan insanlara daha rahat, daha güzel ve geniş imkanlara sahip huzurlu bir şehir vadediliyor. Gettolaşma yok, çünkü ortalama gelire sahip bir kişinin Manhattan adasında astronomik kiralar ve hayat pahalılığıyla yaşaması mümkün değil. (Kısaca tüm şehir getto haline gelmiş. M. T. K.) Peki ya 30.000 dolardan az gelirle yaşayan insanlar?
Burada David Harvey bir anısını anlatıyor. "Bir gün sabah 5 gibi inen uçağından şehre gitmek için metroya bindiğinde sabahın 6:304unda şehre gelen insanlara dikkat ettim. Etrafımdakilerin tamamı siyah, melez, hispanik kadınlardı. Bu kadınlar çalışmak için çok çok uzaklardan daha erken bir saatte kalkıp, şehre varmak zorundaydılar. Daha sonra bu topluluk metrodan kayboldu ve saat 9-10 gibi saatlerde etrafta takım elbiseli, şık, beyaz erkekler belirmeye başladı." diyor. (Saban saatlerinde Metrobüs'e binen var mı? Oturabilen var mı? Sonra da takım elbiseli Vatan Şaşmaz jipinden inip ironik bir şekilde sabahın köründe metrobüse bindiği reklamları izliyoruz. M. T. K.) Toplumun en az hakka sahip olan, en düşük yaşam standardına sahip kesimleri ne kadar yoksullarsa o kadar erken kalkmak zorundalar. Şehir dışındaki kirasını ödeyebildikleri evlerden, çalışmak için şehre gelmek zorundalar. Bu insanlar politik bir hareketin öncüsü olabilirler mi? Devrim şehirlerden mi doğacak?
1969 yılında Arjantin'de böyle bir şehir devrimi yaşandı. 1960'larda aynı şehir devrimi Amerika Birleşik Devletlerinde yaşandı. (Siyah insanların ayaklanmaları, kadın hareketi, savaş karşıtı kültür hep şehirlerde bulunan genç toplulukların gerçek yaşamlarından ortaya çıktı. Çok sevdiğim nokta David Harvey insanları kavramlara boğmuyor.
Tamamen berrak bir şekilde alt yapı ve üst yapı kurumlarının bağlılığından bahsediyor aslında, ve bunu herkesin anlayabileceği şekilde yapıyor. Akademisyenlerimizin örnek almaları gereken nokta bu. Geçenlerde Türk dili üzerine araştırma yapan doçent bir hanımdan fetih defterleri üzerine tamamen bilimsel, detaylı, derin bir kitap hediye aldık. İçini açtığımızda bilmediğimiz bir çok kavram vardı. Bu değerli bilim insanına osmanlıcasına yer verdiği ve sayfalarca linguistik olarak yorumladığı metni günümüz türkçesine çevirse de biz ölümlü insanlar da anlayabilsek diye sordum. Değerli bilim kadını küçümser gibi, "Evet popüler bir yayın da yapılabilir" diye cevap verdi. Peki ben önce anlayabildiğim şeyi okusam sonra merak etsem ve araştırırken bu değerli çalışma da bana yardımcı olsa olmaz mı? Eğer üniversite mezunu olarak üretilmiş bilim bende merak uyandırma ihtiyacı duymuyorsa, ortalama halk nasıl bilimi merak edecek? İşte David Harvey gerçekten zor kavramlardan ve zor anlaşılabilecek neden sonuç ilişkilerini öyle bir anlattı ki en azından benim ve eminim ki bir çok dinleyenin kafasında ışık yakmayı başardı. Konuşması bittiğinde soru-cevap kısmını ne yazık ki tam dinleyemedim çünkü kafası karışık 15 dakikalık soruları değil anlamak, dinlemek bile çok yorucuydu. M. T. K.) Sonuç olarak şehirler daima toplumsal politik hareketlerin merkezleri olmuşlardır. Mesela bunun tarihteki bir örneği de Paris Komünü’dür.
Toplum şehri nasıl yönetmeli sorusuna gelirsek, şehirler sendikalar ya da dernekler gibi yönetilemez diyor. (Burada daha detaylı not almış birisi varsa yorum bekliyorum. M. T. K.) Özellikle komşuluğun gücü, insanların öz dayanışması şehri yönetmek için yeterlidir diyor. örneğin kriz yüzünden işçiler tarafından kolektif bir şekilde işletilen fabrikanın eski sahipleri ortaya çıkıp " E, hadi verin fabrikamızı." dedikleri zaman, işçiler buna yanıt olarak, makineleri alır fabrikayı o şekilde devrederiz dediler. Ancak o bölgenin halkı topyekun hareket edip devri engellediler. Aynı şekilde kolektif yönetilen bir otelin devrinin engellenmesi, insanların sokakta araçlarının kontaklarını kapatarak, otele topluca girerek sermaye sahiplerinin sokaklardan yapıya ulaşmalarını önleyerek, halkın kendi tepkisiyle kazanıldı. Çünkü kolektif yönetilen bu fabrika ve oteller, sadece kapitalist işletmeler değil, paylaşma ve dayanışmanın yaşandığı, insanların bilgilerini paylaşarak birbirini eğittiği, beraber eğlendikleri alanlar barındıran yapılara dönüşmüşlerdi. Bu yüzden halk banları kendi gücüyle savundu ve kazandı. (Sokaklarda dayanışma, şehrin kolektif bir şekilde yönetilmesi konusunda Fatsa'daki büyük belediye başkanı 'Terzi' lakaplı Fikri Sönmez'i de burada anmadan geçmek istemiyorum. Türkiye 'nin bu ilk komünü, ne yazık ki Paris Komünü ile aynı kaderi paylaşmış olsa da, gelecek için örnek olma özelliğini hala koruyor. M. T. K. )
Bugün bildiğimiz anlamda sendika olmayan, fakat gerçekten dayanışmanın olduğu, birlik kelimesinin hakkını verecek yapıların ortaya çıkması gerekiyor. Fakat ortada bu hareketi yapacak proletarya yok. Fabrikalar söküldü, üretim Çin'e gitti. Bugün gelişmiş ülkelerin işçi sınıfı genellikle sendikadan ya da sistemden dışlanmış çalışanlardan oluşuyor. Bunlar ev işçileri, restoran çalışanları, taksi şoförleri, güvencesiz taşeron işçiler, tek başına serbest çalışanlar gibi gruplardan oluşuyor. Bu yeni proletaryanın, bu gerçek ve çalışan insanların tüm şehri yönetme kapasiteleri de var. Doğru dürüst gerçek sosyal adalet için, şehirleri geri almak gerekiyor. Neoliberal şirket kapitalizminin dikte ettirdiği süslü lafları bir kenara atıp, tüm şehrin gerçek insanlar için ( ve onların gerçek ihtiyaçları ve gelecek potansiyellerini gerçekleştirmeleri için M. T. K) düzenlenmesi ve organize olması gerekiyor.
David Harvey'in konuşmasının daha da güzel tarafı tam da bu nokta, konuşmayı sunan kişinin sorulara geçmeden önce söylediği gibi konuşmayı tam tepe noktasında bırakıyor, tavsiye ya da emir vermeden, şehirleri daha doğrusu kendi gerçek kimliğimizi ve hayatımızı nasıl geri alacağımızı düşünmeyi bize bırakıyor.
Mutlu Tevfik Koçak 11.06.2012

Harvey sunumu özeti: meraklısına...

http://www.mtkocak.net/?p=473


David Harvey Ne Anlattı? 2 (Bilgi Üniversitesi'ndeki 2. Konferans)

Açıkçası birinci konferans beni çok etkilediğinden ikinci konferansta biraz aşırı beklentiyle gittim diyebilirim. Gerçi yine tatmin oldum ama Das Kapital'i başından sonuna okuyup bitirmemiş olsam daha eğlenceli olabilirdi. İlk konferansta anlattıklarından tekrar ettiği birçok şey de vardı ama onları zaten yazdığım için tekrar buraya yazmaya gerek yok. Ha üstelik bu sefer soru bile sordum. Yazının sonunda o soruyu ve Harvey'in veridği cevabı da yazacağım.
Ya bilmem sadece ben mi öyle görüyorum ama David Harvey inanılmaz derecede Şirin Baba'ya benzemiyor mu? (Ne de olsa ikisi de marksist sayılırlar.) Gelelim babanın söylediklerine:
Marx'ın aktivizmi, ekonomi-politik alanındadır. Marx daha çok siyasal iktisat ve tarih alanlarıyla ilgilenmişti. Bugün dünyayı anlamaya çalışırken sosyolojik teorileri ne yapacağız?  Sosyal dünyayı ve onun görüntüsünü nasıl analiz edeceğiz? Buna Marx'ın cevabı Sermayenin Hareket Yasaları olmuştu. Marx varolan teoriyi değil kendi siyasal iktisat teorisini geliştirmişti.
Peki bunun tarihle ilişkisi nedir? Luis Bonaparte hang iktisat yasasının sonucunda iktidar oldu. Bunları aslında düşünmek gereksiz. Bugün siyasal iktisat ve tarihi bir araya getirebileceğimizi Marx'tan anlıyoruz.
Marx'ın tüm literatürü, Kapital, Grundrisse, Felsefenin Sefaleti, Manifesto, Artı Değer Teorileri gibi binlerce sayfa tutan el yazmaları ve kitaplarından ne anlayabilliriz? Bunu bugünkü dünyayı anlamak için nasıl kullanabiliriz?
(David Harvey soru cevap bölümünde kendisinden sihirli çözümler sunmasını bekleyen bizlere, bir şehirci, bir antropolog olarak benim amacım Marx'ı geniş kitlelere berrak bir dille anlatmak, geniş kitlelerin onu anlamasını sağlamak, siz de bu bilgileri dünyayı anlamanıza yardımcı olacak araçlar olarak allıp kendi çözümlerinize ulaşacaksınız, dedi. Gözümde bir kez daha büyüdü. Keza Marx ve Engels de asla bilimin dışına çıkmamaya gayret etmişler, sorgulanabilrliği, eleştirel düşünceyi her şeyin üstünde tutarak dogmalar yaratmaktan kaçınmışlar ve teorinin pratiğini okuyucularına bırakmışlardı. M. T. K)
O zamanlar Marx'ın bu konuda yapabildikleri kısıtlıydı.
1. Düzeyde insanın doğa ile ilişkisi boyutunu ele alalım. Bu doğa ile ilişki konusuna marx neredyse hiç girmiyor. (Bu yüzden çevrecilerden birçok eleştiri alsa da, ben bu konuda ormanlar ve çevrenin gördüğü zararlar üzerine birkaç paragraf hatırlıyorum. M. T. K.) Bu konunun çok üzerinde durmamış, O bu olguyu yalnızca arkaplan olarak görmüştü. (Çünkü diğer vülger iktisatçıların aksine, Marx kapitalizmi insan doğasının bir sonucu, doğal bir sistem olarak görmüyor. Kapitalizm, bir ara aşamadır yalnızca. M. T. K.) O Kapitalimin doğallığına karşı çıkıyor.
2. düzey ise üretim düzeyi. İlk anlamda, sermaye tarihin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Özel mülkiyet ve sermayenin hareket yasaları, genel ve tüm tarih boyunca varlığını sürdüren ya da sürdürmüş yerçekimi yasaları gibi değildirler.
Üretim hegomonik bir kavramdır (Baskının, ezenlere boyun eğmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. M. T. K.) Kar yaratma amacına ulaşmak için tek bir aracı vardır. O da artı değer üretimidir. Artı değer üretimi ise bir sınıfın egemenliğini devretmesiyle, üretmin ilişkilerinin ticareti sonucu oluşur. Biz buna kısaca Sömürü diyoruz. Marx'ın Kapital'inde açıkça belirttiği olgu, bugün hakim olanın artı değer üretimi olduğudur. (Her şey buna göre işler, buna göre çalışır, gemiler denizde bununla işler, bunu hedefler. Sistemimizde bundan bağımsız olan herşey kapitalizmin işleyişine terstir. M. T. K.)
Sistemin bölüşüm, mübadele ilişkileri tikelliğin evrenini oluşturur. (Yani yanlızca olgunun bir kısmını yansıtır M. T. K) Kapital'de emeğin değer üretiminden aldığı pay bile kısıtlıdir. Marx ücretlerin belirlenmesine 2 sayfa ayırmıştır. Ücret oranını sabit olarak alır, saat veya parça başı ücret verirsen, emekçinin kendisi için çalıştığı saat oranı  ücrette gizlenir. Sermayenin bölüşümü de yoktur. O da 3. Cildin sonuna doğru ortaya çıkar. 2. Cilt zaman, üretim dinamikleri hakkındadır, onda da krediden hiç bahsedilmez. Sabit sermayeyi incelerken Kredi sisteminden faizden asla bahsetmez Marx. Bu konuyu kesinlikle burada ele almam der.
Arz, talep dengeye geldiği zaman hiçbirşey açıklanamaz, üretim ilişkisi yoktur. Fiyatlar rekabet, ya da spekülasyondan değil saf bir şekilde emekten, emeğin saf değerinin cisimleşmesinden meydana gelir. Marx piayasadaki dalgalanmaları reddetmez. Geleneksel ekonomistler buna şaşırırlar ancak Marx ısrarla bu konulara girmez ve rekabeti bile görmezden gelir. O bilimsel deneylerini kapitalist sermayenin tam rekabet halinde ve tekelsiz olduğu (varsayalım ki ile başlayan paragraflarında) bir ekonomi üzerinde yapıyor. Sermaye bazen merkezileşir, rekabet sadece dayatan güçtür, bizi analiz dışına çıkarır der Marx. Kapitalizm tekele doğru gider dediği halde bu olguyu anliz etmez.
Gründrisse'de tüketimi ve bununla ilgili bazı parçaları ele alır. (Herkes spinozacı, demiş Harvey, ben diyor, spinozayı reddetmiyorum, ama neden okuyayım ki, Marx'ı anlamak için Spinoza, Spinoza anlamak için başka bişey okumayı doğru bulmuyorum, ama isteyen okumakta serbest diye ekliyor Harvey. M. T. K.) Ekonomik sistemin bu fonksiyonları bu noktaları içine almıyor, sistem kaotik ama Marx'ta bu tüketim toplumu teorisi yok. (Çünkü bu sağlıklı, bilimsel ve refaha uğraştıran bir şey değil, sadece saçma bir çıkmaz sokak. M. T. K.)
Tüketim bugün, %70 oranında ABD'de. Bugün ele aldığımız şeylere bakarsak ve Marx'ın neyi başarıp, neyi başaramadığını incelersek, O sermaye birikiminin kurallarını yazmış, birçok şey öğretmiş, üretimin herşeyi yönettiğini belirtmiş ama örneğin sosyalist isveç veya zalim kapitalist şili örneklerinde olduğu gibi değer üretimi varsa sistemin iyi bir şekilde çalışacağını söylemiş.
Harvey diyor ki; eğer bir şeyler üretemiyorsanız, iç çelişkiler, iç devrimlere yol açacaktır. Bu nlar için iki adet yöntem mevcuttu, bir yandan devlet kapitalizmi (2. Dünya savaşında ABD'de, veya 1990'a kadar Sovyetler Birliğinde uygulanan sistem M. T. K.) ya da neoliberalist politikalar. Marx'ın dehası, sermayenin hareket yasasını anlamak için özel durumlardan soyutlamasından ileri gelir.
O işin özünü yakalamıştı. Onun dediklerini bugün kavrayışımızın önemi bu. Marx'a yapmadığı şeyleri de yaptırmayacağız. Örneğin artı değer sermaye birikiminin tamamını kavramak ve anlamak için yeterli değil.
Aslında Marx bugünkü siyasi iktisatın uyguladığı metodu, Gründrisse'de 20 sayfa boyunca eleştiriyor. Dünyayı anlamak istiyorsanız, her durumu bütünde bir araya getiren metodu bulmak gerekiyor. (Marx'ın yaptığı, kapitalist sistemi, sermayeyi derinlemesine incelemek, onun özünü, işleyişini, kurallarını analiz etmek ve gideceği yolları da sonuç olarak almaktı. Marx asla romantik bir şekilde iyi niyetleri sonucu bir şeyleri söylemedi, o akıl ve pozitif bilimlerin ışığında vardığı sonuçları söyledi sadece. M. T. K)
O, ben size bir şablon veriyorum diyor. Sistem diyalekitk ilişkisel tarz içinde bir bütün halinde değil, kendi zayıflığını da içinde barındırıyor. Bir sistemi anlamak için, önce analiz edip, sonra diyalektik eleştirisini yapacaksın.
Burada Harvey önceki konferansında bahsettiği kentsel dönüşüm ve paris'in yeniden inşası konusunu tekrar ediyor. Diyor ki, eğer bir bina rant getirmez hale geldiyse yıkılacak. Bütün bunların insanları şaşırtması çok ilginç, çünkü kahrolası sistem tamamen bunun üstünde yükseliyor.
Tüketimi anlamak gerekiyor. Tüketimin canlanması için parisin yıkılıp yeniden yapılması, bu örneği 1929 buhranından sonra aynen alıp krizden çıkmak için kullanan ABD'ye ilham vermiştir. Her yere bulvarlar, AVM'ler, sokak kafeleri, dükkanlar, siteler yapmanın tek amacı, tam istihdamın hedeflenmesidir.
2007 – 2008 yıllarındaki tüketim patlaması anlaşılmadan finansal kriz analiz edilemez. Marxist dostlarım çok mutlu oldular. Biz zaten biliyorduk diyorlar. İşte! Kar oranının düşme eğilimi yasasının sonucu! Marxist iktisatçılar da herşeyi sermayenin hareket yasalarıyla açıklamaya uğraşırken, bölüşüm, tüketim, sistemin belli koşullar altında ortaya çıkan özel sonuçları (tikellikler) üzerine birşeyler söylemezler.
Peki o zaman bugün biz ne yapacağız? Sorunun karakterinin ne olduğunu iyice anlamak, antikapitalist mücadelenin olanaklarını düşünmek için, varolan sistemi iyice tahlil etmek gerekiyor.
Direnişin tarihine baktığımızda, direnişlerin 10-15 sene sürüp sönümlendiğini de görüyoruz. Örneğin 1870'lerde kentsel dönüşüme karşı direniş. Direniş ve mücadeleler bir süreliğine alternatif yaratırlar ve hakim durumun içine emilirler. Marksist teorinin konuşmasına kulak verdiğimizde sermayeye karşı olmak için sermayeyi iyi anlamamız gerektiğini anlıyoruz.
Sermayenin dolaşım sürecine baktığımızda, onun klasik para, emek, makina, meta ve bunların satışlarıyla varolduğunu görüyoruz. Dolaşımın bu parçaları, sermayenin döngüsü ve emeğin çevrimi, hepsi birbirine bağlıdır. (P-M-P' ya da M-P-M' olarak M. T. K.)
Sermaye nedir? Para mıdır? Emeğin alınıp satıması mıdır? Hayır. Para değildir. Emek alış satışı da değildir. Sermaye özgür olarak hareket eden emek gücünden başka birşey değildir. Emeğin ürününe ve artı ürününe (yani maaş değerinin üretilmesinden arta kalan emek zaman miktarına M. T. K) başkası tarafından el konulmasıdır. Eğer sermayenin egemenliğini yıkmak istiyorsak, artı değer üretimini durdurmalıyız. Antikapitalist olmak için, heryerde olan bu sömürüye karşı koymak gerekiyor.
Sermaye dinamik bir olgudur. Aslında her yönü ile olumsuz da değildir. Bugün sermaye 100 yıldır ihtiyaçlarımızı sağlıyor. Peki ne yapacağız, sermaye ürünlerini reddedip, ortaçağa mı gideceğiz? Ateşle mi ısınacağız? Sermaye bize şu anda çok güzel şeyler de veriyor. Örneğin bilgisayarlarımızı, cep telefonlarımızı sırf sermayenin ürünü diye çöpe mi atacağız. (Bu hem basit, hem de ahmakça bir hareket olurdu. M. T. K.) Bu tarz ahlakçı, idealist düşüncelerle devrime ulaşmak mümkün değildir.
Peki neden sermayeye karşıyız ve bütün bunları düşünüyoruz? Artı değer üretiminin en belirgin özelliği sürekli büyümek zorunda olmasıdır. Sermaye büyümezse kar diye birşey olamaz. Günün sonunda, günün başında sahip olduğundan daha fazlasına dahip olmak ister, yoksa yaşlanır. (Elde ettiği gençlik iksiri, sömürdüğü kişilerin gençliğinden onları yaşlandırıp yok etmesinden, onları tüketime mahkum etmesinden ileri gelir. M. T. K.) Sermaye bu dürtüler tarafından yönetilir. Elde edilen kar, günün sonunda yatırıma gitmelidir. (Yoksa küçülme, depresyon, kriz hastalıkları ortaya çıkmaya başlar. M. T. K.) Yılda %2 – 2,5 büyürse rahat nefes alır. Basın bileşik %3 büyüme rakamlarını gördüğünde sevinir.
Şimdi yatırım fırsatları açısından son 100 yılın en büyük sorunlarının şafağındayız. Son 30 yılda sermaye artık nesne üretmye yanaşmıyor, hayali sermaye lafızları üzerinden zıplamaya çalışıyor. (İşte Marx'ın başta analiz etmeyi reddettiği kumar buydu. M. T. K) Sermaye karbon fiyatları, vadeli piyasa balonları gibi spekülatif kurumlarla hiçbirşey yapmadan çok büyük paralar elde etme hayaline kapıldı. New York şehrinde %1, yılda 3.7 milyar dolar kazanırken, %50, 30.000 doların altında bir para kazanıyor. Hisselerin dalgalanmasından 20 milyar dolar kazanan şirketler var. (Peki bu para nerden geliyor, nereye gidiyor? M. T. K.)
Bugün siyasi iktidar olmak için zengin olmaktan başka bir yol yok. Seçim kampanyalarına Obama bir daha seçilmesin diye milyarlarca dolar aktarılıyor. Para seçimi kazanır, yargı, yürütme ve parlementoyu kontrol eder. Bugün dünyada demokrasi değil, plütokrasi yani zenginlerin idaresi mevcuttur.
Tüm bu devasa servetine karşılık günümüzün sorunlarına küçücük bir çare üretmekten aciz. Yoksulluk, çevre, eğitim gibi şeylerle değil, sadece ebedi %3 büyümenin sürdürülmesinden başka hiçbir şeyler ilginenmemektedir.
Alternatifler ne olabilir? Kendi ürününü üreten birlikler mi? Para ve üretim döngüsünü kontrol etmezseniz, bu yenilikçi adımlar da (tıpkı direnişler gibi M. T. K.) geriye doğru gidebilir. Sermaye tarafından para kullanımı devam ettiği sürece radikal dönüşüm olması olası görünmüyor. Keynesin ilginç genel teorisi mühürlü paradan söz ediyor. Parayı geçerli hale getirmek için varolması gerekn para olgusu, toplumları harcamaya teşvik ederek tasarruf yapmayı olanaksız hale getiren bir para.
Antikapitalist hareket  bu noktada ne yapacaktır? Günümüz sendika sisteminden tamamen farklı olan bir örgütlenme biçimine gitmek gerekiyor. Antikapitalist mücadele ebedi sermaye birikimine yerinden etmek zorundadır. Burjuva üretimi, yani üretim için üretim terinin durdurulması için mücadele etmek gerekiyor.
Bugün bu tarz bir kitle hareketi çok uzak bir gelecekte gibi görünebilir ama hayal gücü olmadan prıoblem çözmek mümkün değildir. Öncelikle varolan problemlerin çözümünü bizim hayal etmemiz gerekiyor. Marx'ın önemi bundan ileri geliyor. Bütün o fetiş görüntüsünün altında (gökdelenler, mallar, ürünler, teknolojik cep telefonları vs. ) yatan meseleye eğiliyor. Bunun çağdaş durumda nasıl işlediğini belirleme görevi Antikapitalist harekete düşüyor.
Benim sorduğum soru:
M. T. K: Mutlu Tevfik Koçak, Bilgisayar Mühendisiyim ben. PHP uzmanıyım. PHP bildiğiniz gibi bir programlama dili. Bu programlama diliyle biz yazılımlar üretiyoruz. Hepimizin bildiği facebook bu programlama diliyle yazılmış. Bu programlama dilinin bir özelliği var, bu programlama dilini oluşturanlar, bu çalışan programların kodlarını internetten açık olarak paylaşıyorlar. Bu açık kaynaklı yazılımların sonucu olan birşey. Örneğin wikipedia açık kaynaklı, herkesin katkısını yaptığı ansiklopedi, Linux dediğimiz herkesin ortaklaşa kullandığı, ortaklaşa ürettiği yazılımlar var. Bunların lisansları serbest, özgürce çoğaltılabilir ve herkes tarafından üretimleri yapılabilir. Ben bunun gelecekte ulaşmak istediğimi ekonomik sistem, yani toplumun kendi ürünlerini kendisi üretmesi ve sömürünün yani artı değerin ortadan kaldırılması (artı değer üretimi sadece verilen hizmetlerden elde edilebiliyor.) sisteminin bugüne ulaşan yansıması olduğunu düşünüyorum. (Bunun en son örenklerinden birisi de Wikileaks.) Ben bu dinamiklere bugünden sahip olan toplumun, Marx ile paralel bir şekilde bu yöne doğru gittiğini düşünüyorum. Yanlız şurada benim çözemediğim bir nokta var. Bunu sormak istiyorum. Biz bu üretimi yaparken, bilgisayar mühendisleri ya da yazılımcılar olarak, hediye ediyoruz, maddi karşılığını beklemeden üretiyoruz. (Bu olguya Linus Torvalds'ın çok güzel bir cevabı var. Kendi bencil ihtiyaçlarımız, yani kod yazmaktan keyif aldığımız, çalışan birşeylerden haz aldığımız için bunları yapıyoruz diyor. M. T. K.) Açık kaynaklı bir şekilde değer yaratıyoruz. Örneğin Linux, Linux vakfı tarafından ( veya Firefox, Mozilla Vakfı tarafından geliştiriliyor.) dünyanın en büyük kapitalist şirketlerinden IBM buna 1.2 milyar dolar para hibesi yaptı. Benim anlayamadığım nokta şu: Biz bir toplum kesimi, bir işçi sınıfı olarak üretim araçlarının mülkiyetine sahibiz ve bu değişimi gerçekleştirmeye başladık. Ancak üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmayan kesimler bu dönüşümü, bu değişimi nasıl yapacaklar bunu sormak istiyorum.
David Harvey. Bu yazılım sorusuna şöyle cevap vermek istiyorum. Bu alanda gerçekten çok ama çok etkileyici şeyler oluyor. Benim Marx sınıfımda olan şeyler çok hoşuma gidiyor, şu anda web'de ve wiki formunda ve herkes makaleleri çevirebiliyor. Her dilde altyazılar eklenebiliyor. Şimdiden 37 dile ulaştı ve İşte! Bu fantastik bir olay! Ama üzerinde konuşmak istediğim olay, bilgisayarınızı kim üretti? Çalışma koşulları nelerdi? Shenzen'de çalışmak nasıl, neden işçiler intihar ediyorlar? Ne yapılması gerektiği ile ilgili bir cevap olması açısından her şeyi sistematik olarak görmek gereken bir kavram var. Bütün bu şeyler, sihirli bir şekilde ebay'den gelmiyor. Ve bu üretim süreçlerinin bedelini ödeyen insanlar var. Berbat üretim koşullarında çalıştıran ve sömüren yapılar var. Bilmiyorum. Cep telefonları nerden geliyor? Nasıl bir çalışma süreciyle üretiliyor? Cep telefonlarınızı üreten kişilere karşı nasıl bir sorumluluk hissediyorsunuz? Sınıfıma sorduğum sorulardan biris de bu. Kahvaltınız nereden geliyor? Hadi araştıralım. Bazıları diyor ki işte süpermarketten aldım. İyi de süpermarkette şeker kamışı yok ki? O zaman nerden geliyor? Biliyorsun, sonra onlar kendilerini dominik cumhuriyetinde, neredeyse hiçbirşey için çalışan ve şekerin aslında 1 sent gibi rakamlara üretildiği ve süpermarket raflarına ulaştığı ve hakkında birşey bilmediğimiz bir yerde buluyorlar. Ve bu soruyu tekrar sorduğumda, işte ben bugün kahvaltı yapmadım! diye cevap veriyorlar. Soru sormamdan bıkmış bir şekilde. Başlık işte tam da bu nokta. 3 hafta boyunca yediklerinizin nereden geldiğine bakın. Olumsuz olarak baktığım noktanın dışında, çok etkileyici muazzam olanaklar var. Ve bu olanaklar nasıl başka yapılarda oluşturulabilir? Belki dayanışma ekonomilerine doğru gidebiliriz. güney amerikada kriz zamanı ortaya çıkan kriz yüzünden terkedilmiş ve kooperatifler tarafından işgal edilip işletilen fabrikalar var. Ve onlar da bi girdilerini bu elbirliğinden alan dayanışma ağları oluşturmaya başladılar. Elbirliği ile işletilen tarlalardan gelen buğdayı işlediler. Ama bu akışı koordine etmek için iyi bir yönetişim gerekiyor ve kaptalizmin ortaya çıkardığı inovasyonlardan örneğin tam zamanında (just in time systme) üretimin kullanılamsı gerekiyor belki de. (Açıkçası başta söyledikleri beni biraz hayal kırıklığına uğratsa da en son söylediği iyi yönetişim içinin açık bilişim sistemleri tarafından yapılacağına ve bunun da bizi sosyalizme götüreceği sonucunu bilimsel olarak görüyorum. M. T. K.)

arşive: Harvey İst. konferansları

Harvey ve kentsel mücadele

DR. SEZGİ DURGUN * / “Merak etmeyin, çelişki sizde değil sadece, kapitalizmin ruhunda!”
Taraf gazetesi (14.06.2012)
Coğrafya denince sadece dağlar, ovalar, yer şekilleri ve akarsularımızın debisi gibi konuların anlaşıldığı ülkemizde, coğrafyayı sosyal adaletle birlikte düşünmeye teşvik eden kuramcı David Harvey İstanbul’daydı. Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Metis ve Sel Yayınları işbirliğiyle davet edilen David Harvey’i dinlemeye gelen kalabalığın bir kısmı konuşmayı barkovizyondan takip etmek durumunda kalsa da sanıyorum çoğu insan için bu zahmete değdi.

Harvey’in konuşmasında en dikkat çeken üslubuydu. Kentsel coğrafya algısını, adaletsiz gelişim ve dağıtım süreçlerine ilmek ilmek bağlarken “küresel sermaye krizi”nin temel dinamiklerini son derece basit ve sade bir dille analiz etti. Piyasa ekonomisinin “bilmece bildirmece, dil üstünde kaydırmaca”lardan oluşan kabuğunu soyup bir kenara attı ve sıradan gündelik yaşam pratiklerinden, hakiki örneklerden yola çıktı: “Hala büyükannemin çatal kaşık takımını kullanıyorum. Evet, kapitalizm bundan nefret ediyor, karım da öyle... Eğer son model ürünlere kimse itibar etmezse piyasa ortadan kalkar...” “Kızım da son 5 yılda 10 tane cep telefonu kaybetti! Habire cep telefonu almak zorunda kalıyor. Buna ne dersiniz?”

Ne diyelim, dünya hızlandıkça tökezliyor. Pencerelerinden dünyaya baktığımız Laptoplar hafifliyor, cebimiz hafifledikçe cep telefonlarımızın aplikasyonları ve alışveriş hızımız artıyor.” Bir yandan makro kriz analizleri yaparken bir yandan Facebook’tan kapitalizmin eleştirisini yapan youtube videoları “paylaşıyoruz”. Aslında tam da bu deneyimlediğimiz çelişkiden kaçtıkça, çelişki derinlere yerleşiyor, biz de belki de onu gizlice sahipleniyoruz; Harvey bize açıkça şunu hatırlatıyor: “Merak etmeyin çelişki sadece size ait değil, çelişki kapitalizmin ruhunda!”

Küresel sermaye için krizden çıkmanın en kestirme yolu emlak piyasasına dayanmak. Yani, kentlerin çeperlerinde “yeni kentler icad etmek”. Harvey’in tabiriyle (suburbanization) “yeni kentleşme” kentin tarihsel çekirdeğini boşaltan, kent dışında kentsel alanlar yaratan ve kapitalizmin latif bir müzik eşliğinde reklamını yaptığı bir tür “son tango”. Amerika’da 1990’lardan beri Clinton döneminde artan bu süreç, alt orta sınıfları, azınlık ve göçmenleri de “pist”e davet ediyor. Afro-Amerikan, Hispanik topluluklar da “herkes ev sahibi olabilir” müjdesiyle(!) sisteme göbekten bağlanıyor. Elbette taksitle ve krediyle. Harvey’e göre, yeni zannettiğimiz bu emlak stratejileri aslında 1930’lardaki dünya buhranındaki süreçten çıkma. Amerika’da 2. Dünya Savaşı sonrası kabul edilen mülkiyet yasaları, vergilendirme politikası, bireysel kredi sistemindeki dönüşümler ve emlak piyasasındaki patlama, Amerika’nın tarihindeki önemli krizleri atlatmasında en önemli etkenler. Zira Harvey’in penceresinden baktığımız takdirde ulus devletin “makbul” vatandaşından küreselleşmenin “borçlu” vatandaşına doğru giden bu yol pek uzun ve ince.

Harvey’in hem siyasete hem de coğrafya literatürüne kattığı “yapıcı yıkım” (creative destruction) kavramı da inşaat piyasasının sürekli yıkarak ve inşa ederek kentlerde — nasıl kontrollü yaşam alanları ürettiğine bakabilmemiz için çok önemli. Yıkarak var edilen yaşam alanları genellikle kent dışında, yanında yöresinde türlü güvenlik önlemlerinin alındığı, güvenliğin de bireysel bütçelerle karşılandığı eski gecekondu sahaları. Yıkılarak yapılan bu alanlar zengin- fakir ayrımına fiziksel bir boyut da kazandırıyor. Genelde bu tarz yerleşim alanlarının içinde alışveriş merkezinden sinema salonuna kadar her şey mevcut. Amaç, asgari tüketim rakamlarının garantiye alındığı küçük, izole bir topluluk (gated community) yaratmak. Bu alanlarda yaşayanlarda bir süre sonra görülen en önemli etki: Konforlu yalnızlık ve taşra sıkıntısı. Ve kanımca bu sıkıntı bile öyle bir vakumlanmış olmalı ki Harvey’e göre bu muhitlerden herhangi bir muhalefet, isyan çıkması ya da herhangi eleştirel soluk beklemek imkansız! Söz konusu vakumlamaya biraz bohem sosu katıldığı takdirde kentin çekirdeğinde yeniden üretilen ve “nish living” denen tarz ortaya çıkıyor. Bu tarz ise kentin ara alanlarında köşelerin keşfedilmesi, “mutenalaştırılma” işleminden geçirilmesiyle yayılıyor; bu alanlarda yaşayan yoksullar ve göçmenler kovalanmasıyla devam ediyor; etnik restoranların, sokak arası kafelerin açılmasıyla “alternatif”leşen postmodern yaşamlar kurgulanıyor.

Özetle kısa ömürlü/ geçici tüketim biçimin farklı şekil ve suretlerde kente ve kentsel alanlara yayılması ile bu sürecin ya öznesi ya da nesnesi haline gelebiliyoruz. Tam da bu noktada Harvey konuşmasında “proleterya”yı yeniden tanımlamak gerektiğinin altını çiziyor. Artık Marx’ın yaşadığı tarihsel gerçekliğin içinde yaşamıyoruz, eski usül fabrikalar ve üretim biçimleri patronlar ve işçi sınıfı yok. Peki Proleterya ne üzerinden tanımlanacak? Harvey’in cevabı oldukça net: Kentsel alanda üreten ve yeniden üretime katılan herkes, yani mülk sahibi oldukça mülksüzleşenler...

Harvey’e bir kere daha kulak verelim:

“Marx’ın ne söylediğini saptamak için bütün gücünüzle mücadele etmelisiniz. Bu okumada böyle açık bir duruş alma gereğinin en önemli sebeplerinden biri Kapital’in hayret verecek ölçüde zengin bir kitap olmasıdır. Sayfalarında sayısız siyasal iktisatçının, filozofun, antropoloğun, gazetecinin ve siyaset teorisyeninin yanı sıra Shakespeare, antik Yunanlılar, Faust, Balzac, Shelley, peri masalları, kurtadamlar, vampirler ve şiirler cirit atar. Marx muazzam bir kaynak çeşitliliğinden faydalanmıştır ve bunları bulmak öğretici -ve eğlenceli- olabilir. Bazı göndermeler kolayca gözden kaçabilir, çünkü bir sürü durumda doğrudan isimleri vermemiştir Marx; Kapital dersleri verdiğim yıllar boyunca ben de sürekli bu tür yeni bağlantılar keşfettim. Örneğin ilk başladığımda pek fazla Balzac okumamıştım. Daha sonra Balzac’ın romanlarını okurken sık sık “Hah! Marx’ın alıntı yaptığı yer burasıymış!” derken buldum kendimi. Marx anlaşıldığı kadarıyla Balzac’ı derinlemesine okumuştu ve Kapital’i tamamladıktan sonra İnsanlık Komedyası üzerine bütünsel bir çalışma yapmak istiyordu.”

Bkz. David Harvey, Marx’ın Kapital’i İçin Kılavuz, Özgün adı: A Companion to Marx’s Capital, Çeviri: Bülent O. Doğan, Yayına Hazırlayan: Sungur Savran, Semih Sökmen, Mart 2012, Metis yay. İstanbul -Giriş’ten, s. 12-15.