7 Temmuz 2012 Cumartesi

Harvey ilk sunum

http://www.mtkocak.net/?p=437



David Harvey Ne Anlattı?

DAVID HARVEY NE ANLATTI?
David Harvey'i Kapital'i okumaya başlamadan evvel internetteki video derslerinden tanıyordum. Videoların tamamını izleyemedim ama Kapital'i bitirdim çok şükür.
9 Haziran 2012 Cumartesi günü Saat 3'teki konferansa gittiğimde salon dolmuş, ikinci salondaki projeksiyon salonunda yer kalmamış ve bize de ancak kapıdaki TV'den izlemek düşmüştü. İyi ki de izlemişim. Hayatımda bildiği konuyu bu kadar berrak anlatan bir hoca daha görmedim. Harvey'in en çarpıcı tarafı, "Şu şöyle olması gerektiği için böyledir ya da şu kuram böyle dediği için şöyle olacak" değil, gerçek, elle tutulur olgulardan yola çıkarak, ulaştığı sonuçları kristal berraklığında anlatması. Kafası bizim hocalar gibi karmaşık değil, ingilizcesi apaçık ve söylediği her şey insanın aklında hemen canlanıyor. Bence bizdeki hocalar insanlara kapris yapacaklarına, bu adamın mütevaziliğinden ve berrak anlatımından biraz örnek alsınlar.
Şimdi gelelim anlattıklarına; Harvey öncelikle altyapı kurumlarının, üstyapı kurumlarını belirlemesi (Yani toplumların gerçek yaşamı ve hayatlarını devam ettirme yolları, onların kültür dünyalarının en büyük belirleyicisidir ) ilkesini sanırım en iyi anlamış insan. Bu yüzden genel olarak şehirlerden, şehirde yaşayan insanlardan, kapitalist krizlerin şehir insanları için yarattığı etkilerden, kapitalizmin krizle nasıl mücadele ettiğinden ve son krizin artık ortadan kaldırılamayacağından bahsediyor.
Harvey, bugüne kadar kapitalizmin ilerleme, büyüme ve krizleri aşmadaki en büyük metodunun, tüm toplumu ev sahibi yapmaya çalışmak olduğunu söyleyerek işe başlıyor.
Güçlü bir finansal yapıya sahip olmak için güvenilir bir piyasaya sahip olmanız gerekir. Bu yüzden 1929 Dünya ekonomik bunalımı ile mücadele etmenin ana yolu olarak, piyasayı regüle edecek reformların yanı sıra, piyasayı canlandırmanın ana yolu olarak ev sahibi insanların sayısının artırılması hedeflenmiştir. Küresel sermayeyi buna zorlayan ana sebepler Komünist Partinin yükselişidir. Komünist Parti o zamanlar da küresel şirket sermayesi için tehdit olarak görülmekteydi.
Ancak ironik bir şekilde 2. Dünya savaşının başlamasıyla beraber, Amerika Birleşik Devletleri hükümeti büyük sermaye sahibi şirketlerin yöneticilerini çağırarak, onlardan savaşı destekleyecek uçak, tank ve gemi gibi araçlar üretmelerini emretmiştir. Dünyadaki en başarılı planlı ekonomi uygulaması da 1935 – 1945 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nde uygulanan bu sistemdir. Bunun sonucu olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde üretim kapasitesi artmış ve sermaye daha da güçlenmiştir.
Ev sahibi olmak toplumda istikrarı artırmaktadır. Ev sahibi olan insanlar sistemin içine dahil olurlar. Greve gitmezler, vs. 1940'larda %40 olan ev sahipliği oranı, 1960'larda 1930'lardaki krizden çıkış stratejisi sayesinde, 1960'larda %60'a ve 2007'de de de %70'e çıkmıştır.
Şehirlerde ev sahipliğinin artması ile birlikte önceden şehin dışı kabul edilen çevre bölgeler insanların kullanımına açıldı. (Suburbs) Şehir çevresinde kurulan bu evler sadece evlerin üretilmesiyle değil doğurdukları taleplerle de ekonominin gelişmesine katkı sağladılar. Amaç evlerin buzdolabı, mobilya otomobil gibi taleplerle doldurulmasıydı. Hatta Harvey'e en ilginç gelen uzayan çimlerini hep birlikte kolektif şekilde değil, ayrı ayrı çim biçme makineleriyle gürültülü bir şekilde biçmeleriymiş.
Bu strateji uzun bir süre boyunca Amerika Birleşik Devletleri ekonomisine istikrar sağlamıştı. Ta ki 2008 yılına kadar…
David Harvey burada geniş bir paragraf açıyor. Bu ev sahipliği yatırımının sağladığı ekonomik gelişmeden yararlanamayan kesimin azınlıklar ve ezilen diğer sınıflardan oluştuğunu belirtiyor. 1960'lı yıllara gelindiğinde şehirlerdeki bu değişimin toplumsal devrimleri tetiklediğini belirtiyor. Bu toplumsal değişim şehir eylemlerini de ortaya çıkarıyor. Şehir çevresinde yaşayan gençliğin o zamanki en önemli sorunu, hayatın anlaşılır derecede sıkıcı olmasıdır. (Üstelik işsizlik, eğitimin maliyeti ve seçeneksizlik de var. M. T. K.)
Gidebilecek, gezilecek yerler uzak ve her yar birbirine benzemektedir. Tüm eğlence evler gibi şehir dışında olan alışveriş merkezleridir. (Bence bu analize Fransa'da azınlık mensubu bir gencin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan Banliyö (Suburbs – Şehirdışı çevresi) olaylarını da katabiliriz. M. T. K.)
David Harvey'e göre bu sıkıcı hayattan bunalan gençler Avrupa'ya gittiklerinde oradaki gelişmiş sosyal şehir yaşantısını, parkları, kafeleri gördüklerinde, başka bir yaşam tarzının  da mümkün olabileceğini gördüler ve bu de 1968'in öğrenci olaylarının yayılmasıyla (Örneğin Çiçek Çocuklar ya da sistem ve vietnam savaşı karşıtlığı M, T. K.) yakından ilişkilidir.
İnsanların sahip olmadığı özgürlük, sahip olmadıkları seçenek ve çeşitlilik yoksunluğundan kaynaklanmaktadır.
Şehirlerin geri alınması: David Harvey bundan 15 yıl öncesine kadar New York şehrinde sokaklarda kafelerin, açık restoranların vs. olmadığını belirtiyor ve ekliyor, bol egzoz dumanı ve korna sesi, araç gürültüsü arasında yemek yemek mantıksız ötesidir. Ancak bugün bu kafeler, çok moda, niş, farklı, postmodern ve çok havalı. Kapitalist şehirler artık bölge bölge etnik ya da karakteristik özelliklerine göre ayrılıyor.
Neden?
"Kapitalizm 100 yıl dayanan eşyalardan nefret eder." diyor. Mesela David Harvey babaannesinin çatal bıçak takımını kullanmayı sevdiğini bunların sapasağlam olduğunu söylüyor. Böyle objelerin kapitalizmin insanların sürekli tüketime yöneltme hedefine aykırı olduğunu söylüyor. 10 yıl önceki bilgisayarımı kullanıyorum ve insanlar çok yavaş değil mi diye soruyorlar ve çok çok çok şaşırıyorlar diyor.
Şehir merkezleri artık sıradan insanlar için müze gibi, dekor gibi sadece kısa bir süre gezebilecekleri bir yer haline geldi. Burada bir paragraf açıyor. Cep telefonlarına değiniyor, satın alınır alınmaz telefonun teknolojisinin eskidiğini, telefonların nedense kaybedildiğinde bulunamadıklarını, kızının bir sene 15 tane telefon kaybettiğini söylüyor. Tabii ki aynı şey bilgisayarlar için de geçerli. Şehirlerde yaşanan hızlı yaşam tarzı, sürekli bir şeylere yetişmeye çalışıyor olmak, hızla artan ve sürekli değişen bir tüketim talebini de yanında getirmiştir. Moda, zevkler artık toplumun genelinin tüketimini artırmak için oluşturulmaktadır. Tek amaç yüksek seviyede sermaye birikimini sürdürmektir.
Tarihe baktığımızda bunun ilk uygulayıcısının Luis Bonaparte olduğunu görüyoruz. Toplumu kontrol altında tutmak ve insanları sistem içindeki objeler haline getirmek için o tam istihdamı hedeflemişti. Bunu sağlamak için de tüm Paris'i yeniden inşa etmeye başladı. Bunun tam bir değişim rüzgarı halinde olması için ordunun kıyafetlerini bile değiştirmişti. İşte size mallara olan talebi en iyi şekilde tahrik etmenin en başarılı yolu. Tüm toplumun tüketmesi.
Bugün Çin aynı stratejiyi başarıyla uyguluyor. Amerika Birleşik Devletleri de uygulamıştı. Burada bir çizgi çekmek gerekiyor.
Bir noktadan sonra insanların gelirleri bu yaşam tarzını karşılamaya yetmiyor. En yeni cep telefonu, en yeni bilgisayar ya da otomobil almaya insanların maaşları yetmiyor. Çünkü fiyatlar sürekli artarken, ücret oranları hap sabit kalıyor. Tam bu noktada kapitalist şirket sermayesinin bulduğu en verimli çözüm, herkese kredi kartı vermek. Yani herkesi olmayan bir gelirle borçlandırmak ve tüketmeye devam etmeye yönlendirmek. İnsanların borçları sürekli artıyor. İnsanların ev alabilmeleri için verilen borç miktarı üçe katlanmış.
Bir ev projesi yapılmak istendiği zaman, sermaye ya da finansman sahibi, inşaat şirketiyle, müteahhitle, taşeron şirketlerle anlaşıyor. Daha sonra hep beraber arsadan ve sermayeden ve üretilen son üründen gelen sermayeyi paylaşıyorlar. Bu da kapitalizme bir canlılık, yeni bir hayat öpücüğü sağlıyor. Ancak bu çevrim 1990'lardan itibaren sorunlu hale gelmeye başlıyor.
Toplumdaki bir çok kişide zaten ev var. Ev sahiplerinin özel bir sebep yoksa 20 yıl boyunca ev değiştirmelerine gerek yok. (Burada bir parantez açarsak; tam da bu olay emeklilik planlarının 20 yıl olmasıyla, ve bir yerin bir yıllık kira bedelinin tam değerinin 20'de biri olmasıyla da doğrudan alakalı. Tüm çalışma hayatın boyunca, toplumdaki durumuna göre tüm ihtiyaçların ancak bir ev alabiliyorsun. Sopanın ucunda sallanan havuç. M. T. K)
Clinton ve küresel kapitalist sermaye bu sorunla mücadele etmek için çok dahiyane bir stratejiyle ortaya çıkıyorlar. Kapitalist sistemin dışındaki, ev sahibi olmayan, azınlık mensubu, dar gelirli, çok yoksul toplulukları sistemin içine katmak, onları ev sahibi yaparak, yine kapitalizmi canlandırmak. Bu alt gelir veya azınlık grupları doğrudan hedeflendi. Ancak bu stratejinin en büyük handikabı, bu grupların genellikle güvencesiz, sendikasız, belki de sürekli olmayan işlerde çalıştıklarıydı. (Ayrıca 1930'lu yıllarda tekrar yeni bir ekonomik kriz yaşanmaması için konulan regülasyonlar kaldırıldı. 1990'lı yıllar, neoliberalist serbest piyasa tezlerinin tavan yaptığı yıllar oldu. gelişmiş ülkeler ve sermaye grupları genişlerken, zengin ve fakir arasındaki uçurum artarken, genel borç miktarı da yavaş yavaş kontrol edilebilir seviyeleri geçmeye başlamıştı. Aynı deregülasyonları uygulayan İzlanda ve bir çok Avrupa ülkesinin durumu içler acısı. Bu konuya "Inside Job" adlı belgeselde net bir şekilde değiniliyor. İzlenmesini tavsiye ederim. M. T. K.) 2003 yılında dahi bu sorunlar açığa çıkmaya başlamıştı.
Kimse hiçbir şey yapmadı.
Wall Street'teki insanlar böyle bir sorunun varlığından, olacaklardan haberdardılar. Ama hiçbir şeyi umursamadılar. Çünkü verdikleri her kredide, her projede ikramiyeler, primler, bonuslar, astronomik maaşlar ve yüksek getirili yasa dışı spekülasyon, rüşvet gibi getirilere sahiptiler. (Aslında bu durumu açıklamak kolay, çünkü sahip oldukları sermaye yine kendilerine ait olmayan özel emeklilik sistemleri gibi yerlerde fona dönüşen, insanların "20 yıllık" birikimleriydi. 2008 yılında bu birikimler buhar oldu gitti. M. T. K.)
Bugün 2008 yılında ortaya çıkan bu krizi küresel kapitalist sermayenin aşmasının yolu yok. Çünkü ev inşa edemezler. 2 milyon boş ev düşük fiyatla satılmayı bekler ve kimsenin alacak parası yokken bu mümkün değil. Yine 2 Milyon insanın da evi yok. İnsanların işgalden başka şansları yok (Bu konuda birazdan Arjantin krizi ile ilgili çok güzel bir örnek verdi. M. T. K.)
Bu krizin şehir yaşamına doğrudan etkileri oldu. Bu konuda bulunan Neoliberal çözüm, finans şirketlerini kurtarmak ve bunu vergilerini veren halka ödetmek oldu. Daha da kötüsü sağlık gibi, eğitim gibi sosyal hizmetler bütçesinde kesintilerle bu kriz en yoksul kesimin sırtına yüklendi.
Amerika Birleşik Devletlerinde Cumhuriyetçiler zenginlerin yatırım yaparak ekonomiyi canlandırdıklarını, finanse edilmeleri ve desteklenmeleri gerektiğini savunuyorlar.
Hayır.
Zenginler yatırım yapmazlar. Zenginler spekülasyon yaparlar. Paralarını geniş rant elde edeceklerine inandıkları varlıklara yatırırlar. (Van'a fotoğraf çekmeye gittiğimde oradaki ahaliyle konuşmuştum Nedir durum diye sorduğumda, konuştuğum dolmuş şoförü, abi ne olsun, yoksulluk var, işsizlik var, parası olan da fabrika mabrika yapmıyor ki, bina yapıyor demişti. Tam o sırada MedicalPark hastanesi tüm ihtişamıyla yolun kenarında yükseliyordu.. M. T. K.) Araziye yatırım yaparlar, geniş arazileri kontrol ederler. Bugün bu tip varlıklara sermayenin çok büyük talebi var. Tüm dünyada, Afrika'da, Latin Amerika'da araziler, madenler, fikri patentler, kaynaklar, rant yaratacak, çok kazandıracak, spekülasyon yaratacak varlıklara yatırım yapılıyor. (Sulukule'de, Tarlabaşı'nda, tüm Türkiye'de başlayan, yoksulu Toki eliyle şehir dışına atan, 3. köprü gibi rant projeleri daha da berraklaştı değil mi? Zaten David Harvey'de soru cevap bölümünde Türkiye'deki hükümet projelerinden bu paralelde bahsetti.)
Bilimsel olarak saptadığımız, gördüğümüz bir gerçek var. Tüm bu politikalar, toplumun genelinin refahını ve mutluluğunu artırmak yerine, sosyal eşitsizliğin artmasına hizmet ediyor. Örneğin Multimilyarder iş adamı Bloomberg'in belediye başkanı olduğu New York'ta toplumsal tabakanın en üstünde bulunan %1'lik kesim yılda 3.5 Milyon Dolarla yaşarken, toplumun %50'si senede 30.000 dolardan az bir parayla yaşamaya çalışıyor. Yani üstteki tabakanın üç günlük kazancını, alttakiler bir yılda kazanamıyor.
Toplumsal seviyede olan bu eşitsizlik gettolaşmaya yol açıyor. Zengin mahalleler, tenis kortları, özel güvenlik ve yüksek duvarlar demek iken, fakir mahalleler ise şehrin dışına atılmış, göllerden uzak, ulaşımsız, suç oranlarının yüksek olduğu, işsiz ve mutsuz, kaygılı insanlardan oluşuyor. (Sulukule'den Toki'nin kayabaşına yaptığı evlere atılan insanlar aklınıza geldi değil mi? M. T. K.) Londra aynı yoldan ilerliyor. (İstanbul da pek farklı değil. Özellikle Tarlabaşı 360 projesi bu konunun gerçekten özetlenmiş ve karikatürize edilmiş hali gibi. M. T. K.)
Bugün Manhattan'da gettolaşma yok. Her yerde projeler var. Milyarder belediye başkanı Bloomberg sürekli değişimden ve yenilikten, dönüşümden bahsediyor. (Luise Bonaparte örneğiyle aynı M. T. K.) Tüm New York yeniden inşa ediliyor. Şehirde yaşayan insanlara daha rahat, daha güzel ve geniş imkanlara sahip huzurlu bir şehir vadediliyor. Gettolaşma yok, çünkü ortalama gelire sahip bir kişinin Manhattan adasında astronomik kiralar ve hayat pahalılığıyla yaşaması mümkün değil. (Kısaca tüm şehir getto haline gelmiş. M. T. K.) Peki ya 30.000 dolardan az gelirle yaşayan insanlar?
Burada David Harvey bir anısını anlatıyor. "Bir gün sabah 5 gibi inen uçağından şehre gitmek için metroya bindiğinde sabahın 6:304unda şehre gelen insanlara dikkat ettim. Etrafımdakilerin tamamı siyah, melez, hispanik kadınlardı. Bu kadınlar çalışmak için çok çok uzaklardan daha erken bir saatte kalkıp, şehre varmak zorundaydılar. Daha sonra bu topluluk metrodan kayboldu ve saat 9-10 gibi saatlerde etrafta takım elbiseli, şık, beyaz erkekler belirmeye başladı." diyor. (Saban saatlerinde Metrobüs'e binen var mı? Oturabilen var mı? Sonra da takım elbiseli Vatan Şaşmaz jipinden inip ironik bir şekilde sabahın köründe metrobüse bindiği reklamları izliyoruz. M. T. K.) Toplumun en az hakka sahip olan, en düşük yaşam standardına sahip kesimleri ne kadar yoksullarsa o kadar erken kalkmak zorundalar. Şehir dışındaki kirasını ödeyebildikleri evlerden, çalışmak için şehre gelmek zorundalar. Bu insanlar politik bir hareketin öncüsü olabilirler mi? Devrim şehirlerden mi doğacak?
1969 yılında Arjantin'de böyle bir şehir devrimi yaşandı. 1960'larda aynı şehir devrimi Amerika Birleşik Devletlerinde yaşandı. (Siyah insanların ayaklanmaları, kadın hareketi, savaş karşıtı kültür hep şehirlerde bulunan genç toplulukların gerçek yaşamlarından ortaya çıktı. Çok sevdiğim nokta David Harvey insanları kavramlara boğmuyor.
Tamamen berrak bir şekilde alt yapı ve üst yapı kurumlarının bağlılığından bahsediyor aslında, ve bunu herkesin anlayabileceği şekilde yapıyor. Akademisyenlerimizin örnek almaları gereken nokta bu. Geçenlerde Türk dili üzerine araştırma yapan doçent bir hanımdan fetih defterleri üzerine tamamen bilimsel, detaylı, derin bir kitap hediye aldık. İçini açtığımızda bilmediğimiz bir çok kavram vardı. Bu değerli bilim insanına osmanlıcasına yer verdiği ve sayfalarca linguistik olarak yorumladığı metni günümüz türkçesine çevirse de biz ölümlü insanlar da anlayabilsek diye sordum. Değerli bilim kadını küçümser gibi, "Evet popüler bir yayın da yapılabilir" diye cevap verdi. Peki ben önce anlayabildiğim şeyi okusam sonra merak etsem ve araştırırken bu değerli çalışma da bana yardımcı olsa olmaz mı? Eğer üniversite mezunu olarak üretilmiş bilim bende merak uyandırma ihtiyacı duymuyorsa, ortalama halk nasıl bilimi merak edecek? İşte David Harvey gerçekten zor kavramlardan ve zor anlaşılabilecek neden sonuç ilişkilerini öyle bir anlattı ki en azından benim ve eminim ki bir çok dinleyenin kafasında ışık yakmayı başardı. Konuşması bittiğinde soru-cevap kısmını ne yazık ki tam dinleyemedim çünkü kafası karışık 15 dakikalık soruları değil anlamak, dinlemek bile çok yorucuydu. M. T. K.) Sonuç olarak şehirler daima toplumsal politik hareketlerin merkezleri olmuşlardır. Mesela bunun tarihteki bir örneği de Paris Komünü’dür.
Toplum şehri nasıl yönetmeli sorusuna gelirsek, şehirler sendikalar ya da dernekler gibi yönetilemez diyor. (Burada daha detaylı not almış birisi varsa yorum bekliyorum. M. T. K.) Özellikle komşuluğun gücü, insanların öz dayanışması şehri yönetmek için yeterlidir diyor. örneğin kriz yüzünden işçiler tarafından kolektif bir şekilde işletilen fabrikanın eski sahipleri ortaya çıkıp " E, hadi verin fabrikamızı." dedikleri zaman, işçiler buna yanıt olarak, makineleri alır fabrikayı o şekilde devrederiz dediler. Ancak o bölgenin halkı topyekun hareket edip devri engellediler. Aynı şekilde kolektif yönetilen bir otelin devrinin engellenmesi, insanların sokakta araçlarının kontaklarını kapatarak, otele topluca girerek sermaye sahiplerinin sokaklardan yapıya ulaşmalarını önleyerek, halkın kendi tepkisiyle kazanıldı. Çünkü kolektif yönetilen bu fabrika ve oteller, sadece kapitalist işletmeler değil, paylaşma ve dayanışmanın yaşandığı, insanların bilgilerini paylaşarak birbirini eğittiği, beraber eğlendikleri alanlar barındıran yapılara dönüşmüşlerdi. Bu yüzden halk banları kendi gücüyle savundu ve kazandı. (Sokaklarda dayanışma, şehrin kolektif bir şekilde yönetilmesi konusunda Fatsa'daki büyük belediye başkanı 'Terzi' lakaplı Fikri Sönmez'i de burada anmadan geçmek istemiyorum. Türkiye 'nin bu ilk komünü, ne yazık ki Paris Komünü ile aynı kaderi paylaşmış olsa da, gelecek için örnek olma özelliğini hala koruyor. M. T. K. )
Bugün bildiğimiz anlamda sendika olmayan, fakat gerçekten dayanışmanın olduğu, birlik kelimesinin hakkını verecek yapıların ortaya çıkması gerekiyor. Fakat ortada bu hareketi yapacak proletarya yok. Fabrikalar söküldü, üretim Çin'e gitti. Bugün gelişmiş ülkelerin işçi sınıfı genellikle sendikadan ya da sistemden dışlanmış çalışanlardan oluşuyor. Bunlar ev işçileri, restoran çalışanları, taksi şoförleri, güvencesiz taşeron işçiler, tek başına serbest çalışanlar gibi gruplardan oluşuyor. Bu yeni proletaryanın, bu gerçek ve çalışan insanların tüm şehri yönetme kapasiteleri de var. Doğru dürüst gerçek sosyal adalet için, şehirleri geri almak gerekiyor. Neoliberal şirket kapitalizminin dikte ettirdiği süslü lafları bir kenara atıp, tüm şehrin gerçek insanlar için ( ve onların gerçek ihtiyaçları ve gelecek potansiyellerini gerçekleştirmeleri için M. T. K) düzenlenmesi ve organize olması gerekiyor.
David Harvey'in konuşmasının daha da güzel tarafı tam da bu nokta, konuşmayı sunan kişinin sorulara geçmeden önce söylediği gibi konuşmayı tam tepe noktasında bırakıyor, tavsiye ya da emir vermeden, şehirleri daha doğrusu kendi gerçek kimliğimizi ve hayatımızı nasıl geri alacağımızı düşünmeyi bize bırakıyor.
Mutlu Tevfik Koçak 11.06.2012

2 yorum:

  1. bilmek can sıkıyor hocam. hele de cumartesi 10 saat çalıştıktan sonra bu yazıyı okumak olmayan keyfimi iyice kaçırıyor. çalıştığın yerdeki insanların hal ve tavırları sokaktaki insanların durumları. 1 saatlik öğlen yemğini keyifle yiyecek yer yoksunluğu üzerine öğlen 1 saatlik moladan 5 dk geç kaldın diye işverenin attığı tavırlar. ne eğlenmesini ne çalışmasını biliyoruz çünkü keyif almıyoruz ve sürekli tedirginiz. dolayısıyla kafası karışık ne seçeceğini bilmiyen amaçsızca sağa sola yürüyen insanlarız. bu yazıyı okudukça daha çok kafama takılıyor. matrix filmini izlemişsinizdir. insanları pil olrak kullanan makinalar, mühtelif yerlerine kablolar takılmış insanlara sanal bir gerçeklik yaratıp sürekli bir uyku halinde tutuyorlar ya, işte aynısı hissediyorum. düşünemeyen pil. okadar kafamız karışık ki okadar kendimiz ve kendi kararlarımız baskı altındaki çok basit bir şey örnek veriyorum öğlen yemeğini nerde yiyeceğimize ne yiyeceğimize bile karar veremiyoruz arkadaşlarla, herkes ne yesek nerde yesek sorusu soruyor ve herkes 'bana fark etmez' cevabı veriyor. şeçim yapamayan (seçim yapmağı istemeyen çünkü onun yerine birinin seçim yapmasını uman ozaman o topluluk içinde uyumlu olduğuna inanan) insanlar, nerde kaldı özgürlüğün ne olduğunu anlayıpta onu bulmak ve çabalamak. bir de bu insanlarla. harvey çok bu dünyaya. söylediklerim çok alakasız kalmış olabilir yazıyla ama bende günlük bir olayın bu can sıkıcı durumunu en basit örneğini yeniden yüzüme carpar oldu. bende böyle yaşamayı kabullenmişim (seçmek istememişim). ee harveyin ütopyasını nasıl kurucaz bir dönem yaptığımız sonuç ortada olmuyor hocam. tam manasıyla o yüzden ütopya. bu ütopya kelimeside işte bu sistemin bize verdiği bir kavram gerçek değil olabilecek değil ütopya. neyse dert yanayım dedim siz zaten bilyorsunuz bunları :) ağlama duvarı gibi yaptım. yanlışlık olduysa özür dilerim...

    YanıtlaSil
  2. sevgili Emre, notuna sevindim, yolladıgım yazılara bakıp, kendinle ilişkilendirip düşünmeye devam etmen çok hoş.
    geçen gün bir facebook grubundaki hala yaşadıgımız durumun gerçek sorumlularını görmek istemeyen kişilere, ben de senin gibi matrix'in neo'su örnek vererek, artık kırmızı hapı seçmeli demiştim :)
    evet bilmek ağır, bir de üstüne bilmediklerinin olduğunu düşünmek daha da ağır. ama kırmızı iyidir. farkında olmadan yaşamak yerine, bilerek ama umudu yitirmeyerek, kendi doğrularını bulmaya çalışarak, ve örgütlenerek yaşamak daha iyidir bence. çünkü yaş 40'ları aşınca zaten bir şekilde daha çok anlıyor insan, o nedenle erkenden anlamak güzel. özetle bence şanslısın bu tartışmaları yaşadığın için.
    Harvey'in kitabı umut mekanları idi malum. Kitabın girişinde Balzac'ın bir sözü var, "umut arzulayan bellektir" diye. çok doğru, hem arzusu olmayan bir belleği de niye taşıyalım canım :)
    mesela benim arzum bu blogun her dönem daha da çok mimarlık veya başka alandan kişi tarafından izlenmesi, kişilerin birbirini etkilemesi, birşeyler paylaşması, orada bir yerde birilerinin aynı şeylere kafa yordugunu, isterse biraraya gelinebileceğini -bir voltran oluşturulabileceğini :) bilmesi, daha çok farkında olunması vb. yoksa senin tarif ettiğin daraltılmış ortamlardaki keşismeler hepimiz için geçerli.
    zevk alarak üretmek, isteyerek istediğini yapabilmek, hayatını kendin tasarlayabilmek lüksünü kendimize ancak kendimiz gibi olanların varlığı ile daha yakın göreceğiz diye düşünüyorum.
    sevgiler.

    not: yine yazışırız ama şimdiden diyeyim, gelecek dönem arada bizim atölyeye de uğra olur mu, biz geç saate dek otururuz zaten. edilia türü birşeyler ama bu kez daha derinlikli ve zamana yayılmış çalışmalar var kafamda. bu arada belki çalışmana da göz atarsın :)
    -buna da selam verdi borçlu çıktı denir ya neyse :)

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.